Yürüyorum, binlerce gözün arasında.

Göz bebeklerim ilişiyor birbirinden farklı renkteki onlarca gözbebeklerine. Hepsinin anlatmak isteyip anlatamadığı hikâyesi, dertlerini teptikleri çuvallarla beraber aşmak için çıktığı tepelerde nefes nefese kalışları, işittikleri kelimelere yanıt bulamayıp zihinlerinde oluşan kara bulutlarla savaşı yansıyor ruhuma.

Bir kez gülümsesem “çok mutlu” diyecekler. Onlar mutlu olsun diye mutsuzluğumu gölgelediğimi düşünmeyecekler.

Bir kez öylesine sorulan “nasılsın” sorusuna verdiğim “iyiyim” cevabından sonra dertsiz ilan edecekler; omuzlarımdaki ağırlıkla savaştığımı görmeyecekler.

Yürüyorum, binlerce gözün arasında.

Yaptıkları ayıbın üzerini kalın bir kumaşla kaplarken; üzerine başkasının ayıbını örnek vererek kendini masumlaştıranların arasında; ağızdan akıtılan binlerce kelime denize yol alıyor bazen.

Belki bir balığa rastlar isyanım, karşılıklı bakışırlar. Suyun içinde var olduğunu bilmeyen; aynı yolculuğa düştüğümüzü anlar mı ki?

Sorun nedir?

Yalnızca kişinin inandığı doğrularla çeliştiği için çıkan bir zıtlaşmadan ibaret midir?

Hep mutlu olmayı istemek bencillik değil midir?

Mutsuzluğa mahkûm olduğun anları düşünsene; mutluluğun değerini görmedin mi?

İnsan hep kaybedince mi anlar yitirdiğinin değerini?

Ağacın bedeninde tutunan yaprakların rüzgâra verdiği mücadele gibi yaşamda tutunma çabaları.

Rüzgâr her zaman aynı yönden ve aynı şiddetiyle esmeyecek.

Acılar da her zaman aynı noktadan selam vermeyecek.

Kitabın çevrilen her sayfasında esen o hafif rüzgâra kapıldığını hatırla. Sözcüklerin içinde kendine yer edinmeye çalıştığını… Ruhuna iyi gelecek bir paragrafa bedenini sıkıştırmak isteyişini… Yalnızlığın hangi parçası bu?

Yansımanı fark ettiğin o anda, gözlerine bakıp herkesten önce kendinden özür dilemek geliyorsa içinden; dur ve düşün. Bugüne kadar menekşelerin kokusu olduğunu iddia edenlerle yarıştığını. Ve hiçbir zaman kendini kanıtlayamadığını. Evet, özür dile kendinden. Çektiğin küreklerin yüreğinde açtığı deliklerle yüzleşerek özür dile.

Anımsa!

Kaldırımların kiri içinde çatlamış taş parçalarına gömülmüş kafalara, gökyüzünün maviliğini hatırlatmanın içinde kaldığın çaresizliği anımsa.

Anımsa!

Çölde var olan kum taneleri kadar attığın çığlıkları işitmeyenlerin; ufacık bir tınıya kulak kabarttığını anımsa.

Anımsa!

Uçurumun kenarında bir insanın son nefesini verirken ne düşlediğinin hesabıyla giriftleştiğin dakikalarda; “bugün çok güzel bir şey oldu” diye gelen mesaj bildirimiyle yalnızca başkalarının mutluluğuna ortak olduğunu ve daima gölgede kaldığını anımsa!

Kayan dengen tıpkı bir fermuarın bozulan dişinde olduğu gibi değil mi? Biri yerine oturmadığında yolculuğun sonlanıyor ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.

**

Senin çığlığın, yağmurlu bir günde kuru kalan son kum tanesi

Yağmurun seyrine, kokusuna dalmışların arasında kim duyacak ki seni?

 

Hande Balcan