Günümüzde herkes barut fıçısı! Toplum olarak hasta mı olduk ne? İnsanlar ne sesinin tonunu ayarlayabiliyor, ne kırdığı kalpleri nasıl onaracağını düşünüyor, ne de ettiği hakaretlerin hesabını tutabiliyor. İnsani ilişkilerin pamuk ipliğine bağlı olduğu, kıran kırana bir yaşam döngüsü içinde kıvranıp, (kavrulup mu demeliydim?) kontrol edilemeyen bir öfkenin sarmalında savrulup duruyoruz…

En tepedekiler durmadan parmak sallıyor, o hızla ve o gazla millet birbirinin gözünü oyuyor, devletin bürokratları müzisyeni öldürüyor, polisler, hâkimler intihar ediyor, hasta yakınları sağlık çalışanlarını ve doktorları dövüyor, insanlar sudan nedenlerle birbirine saldırıyor, televizyonlarda herkes birbirine ağzına geleni sayıyor.

Biz de “neler oluyor bize?” diye sorup duruyoruz…

Evden okula, yoldan sokağa, lokantadan, stadyuma, adliyeden hastaneye; yaralama, tehdit, şantaj, aşağılama, bağırıp çağırma, öfke selleri ve şiddet kol gezip kol kesiyor. Kızan bağırıyor, bağıran saldırıyor, saldıran yetinmiyor, öfke kontrolünü yitirenler hıncını başkalarından çıkarıyor. Sade yurttaş olarak bizler de bu işin sonu nereye varacak diye sorup duruyoruz…

Şiddet toplumu olduk doğru. Yatıştırıcı ilaç kullanımı arttı o da doğru. İnsani ilişkiler, dostluklar, vefa rafa kalkalı çok oldu o da doğru. O halde çare, ya da çarelerden bir kaçı nedir derseniz? Saygıyı ve sevgiyi başa koyalım. Yanına merhamet ve şefkati ekleyelim. Düşmanlık, öfke, şiddet gibi duyguları semtimize sokmayalım. Özeni,
hoşgörüyü hayatımızdan çıkarmayalım derim ama!

Aması şu! Konuyu enine boyuna masaya, daha doğrusu sütuna yatırmak şartıyla…

İnsanların günlük yaşamlarında olduğu gibi, toplumsal yaşamında da anlaşabilmek için doğru bir iletişim diline ihtiyaçları vardır. Çağırmadan seslenmeye, beden dilinden işaret diline, aile ortamından iş ortamına, siyasetten diplomasiye kadar kişiler arası iyi ilişkiler kurmak adına, doğru ilişki kurabilmek için iletişim yollarını ve iletişim yönteminin taraflarca iyi bilinmesi gerekir. Bu işin incelikleri iyi bilinir ve uygulanırsa; Etkileme gücü artar, sorunlar azalır, duygu ve düşünceler karşı tarafa doğru aktarılır, güven ortamı yaratılır, kişisel itibar artar, çatışma azalır, kriz iyi yönetilir, stresle daha kolay baş edilir. Böylece saygıyı esas alan ve sevgiye dayalı ortamda psikolojik şiddete yer kalmaz, insani ilişkiler yara bere almadan sürer gider…

Eskiler ne der? “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır!” Son yıllarda unutulan ve rafa kaldırılan bu sözü esas alırsak; Arada sırada tonlamaya dikkat ederek tartışmak,
dozu ayarlanmış, çok yıkıp dökmeyen kavgalar etmek doğal olsa da sürekli olarak bu ortamı yaratmak ve o ortamda bulunmak hem ruh sağlığı hem yaşam kalitesi adına düşündürücü ve üzücüdür...

Çünkü insanlar kavga etmeden de olayları irdeleyebilir, öfkelenmeden de konuşabilir, bağırıp çağırmadan da anlaşabilirler. Sürekli korku salarak, ortamı gererek, hayatı zorlaştırarak işleri yoluna koymak güçtür, dinginlikle, olgunlukla yaklaşmak varken kırıp dökmek niye, korku salmak neden diye sormazlar mı? Bu konu (sorun mu demeliydim?) özellikle son yıllarda hem ülkemizde, hem de dünyada çok önemsendiğinden kurslarla, eğitimlerle, seminerlerle, özel derslerle toplu ya da
bireysel çözüm aranmaya ve bu açık kapatılmaya çalışılmaktadır…

Ancak aile içinde olsun, toplumda olsun, kişiden kişiye fark etse de yaygın olan şudur; Bazıları söyler, bazıları söylenir, bazıları dinler, bazıları bağırır, bazıları
emreder, bazıları rica eder, bazıları konu ne olursa olsun çatışmadan hoşlanır, bazıları çok kısa tümcelerle kendini ifade eder, bazıları uzattıkça uzatır, bazıları da
susmayı yeğler…

İnsani ilişkilerin pamuk ipliğine bağlı olduğu günümüzde moda ve yaygın olana gelince; Toplumsal gerginlik özenle ve özellikle tırmandırıldığı için! Herkes birer barut
fıçısına döndüğü için! Sesinin tonunu ayarlamayan, kırdığı kalplerin, ettiği hakaretlerin hesabını yapamayanlar arttığı için! Umutsuzluk kişisel kaygılara zemin
hazırladığı için! Toplumun sinir uçlarına dokunulduğu için! Hele de öfke kontrolü yaydan çıktığı için! Suçlayıcı, hakarete varan, çatışmaya zemin hazırlayan türden
konuşmalar arttı, herkes gergin ve patlamaya hazır hale geldi, ya da getirildi…

Dolayısıyla bu ortam bol şimşekli fırtına habercisi gibi kasvet yüklü bir hava ve ortam yarattı. Kişisel ve toplumsal ilişkilerde kırıp dökmeler arttı. Elle olmasa da dille yakıp yıkmalar arttı. Hayatımızı ve yaşam biçimimizi değiştirmeye yönelik baskılar arttı.

Sınır, kıvam, ölçü tanımayan sıradanlık ve vasatlık arttı. Genel kabul gören doğrulardan vazgeçildikçe, kendi doğrularından ve giderek hayatından vazgeçenlerin
sayısı arttı. Altını çizerek, sık sık vurgulayarak, yetinmeyip bas bas bağırarak “bizde böyle işinize gelirse!” şeklinde ifade edilen ve karşılık bulan baskılar arttı.

Böylece; Hesap sorma, kavgaya alt yapı hazırlama, ses tonunu ayarlayamama gibi nedenlerden ötürü boşanmalar arttı, ortaklıklar bozuldu, aile bağları koptu, şiddet
arttı, ruh sağlığı tehlikeye girdi, sakinleştirici ilaç kullanımı arttı, kavga kültürü doğdu…

Önemli not: İkinci yazımda bu konuyu neden seçtiğimi bilmiyorum. Bildiğim o ki; Bugünlerde dilimden düşmeyen ve günümüzü yansıtan güncel deyimle üç mottom var. İlki şu! Ezip geçen, yıkıp geçen, oyup geçen, delip geçen eldeki, dildeki, sözdeki, bakıştaki şiddeti görünce diyorum ki; “Siz olayların farkında mısınız? Ya da bizler sizin umurunuzda mıyız?” İkincisi; “Bize gül vermeyin, bize gülümseyin yeter!”
Üçüncüsü; “Biz yaş almaktan korkmuyoruz. Bize yaşattıklarınızdan korkuyoruz.”

Soru notu: Bu soruları sorarken haksız mıyım? 15 gün sonra yeni bir yazıda
görüşmek dileğiyle…