Bir ay önce telefonum çaldı. Arayan Çağın Gazetesi Muhabiri, MSM Yazarlık Bölümünden öğrencim Hande Balcan’dı. Kendisiyle hiç kopmadığımız için hal-hatır telefonu çerçevesinde uzun bir konuşmaya kendimi hazırlarken, Hande şöyle dedi; “Neşe Hocam! Yazı kadromuzda sizi de görmek istiyoruz. Ne dersiniz, bizim gazeteye yazar mısınız?”

İtiraf etmeliyim ki Çağın Gazetesi’ni görmemiştim! Hemen inceledim, künyeye baktım, Akdamar ailesinin yönetiminde; çağdaş değerlere bağlı, çizgisi net, duruşu belli, evrensel değerleri gözeten, kanayan ve kapanmayan yaramız olan KADIN cinayetlerine sayfa ayıran, başat sorunları görmezden gelmeyen bir yayın politikası izleyen gazeteyi daha önce niye okumadım diye kendi kendime hayıflandım. Demem o ki! Yönetimin takdiri, Hande’nin teklifi doğrultusunda ayda iki kez ÇAĞIN okurlarıyla buluşacağız. Kendi adıma ilkeli ve duyarlı bir gazetede, eski bir öğrencim yeni bir meslektaşımla buluştuğum için mutluyum… Çağın Ailesi ve Okurları! Merhaba ve Hoş bulduk… Gençler, göçler ve sözler… Köşe yazarı olmanın en önemli açmazlarından ve çıkmazlarından biri yazdıklarınızın zaman içinde hiç değişmediği gerçeğidir. “Yazarlık” derslerimde ve konuşmalarımda sıklıkla değindiğim bu konunun gelinen noktada( getirilen mi demeliydim?) azaldığını değil de arttığını görünce ilk yazı olarak bu konuyu sütuna yatırmak istedim… Tabi ki bu durum, insanı emeği adına, zamanı adına, enerjisi adına, çabası adına, ülkesi adına çok üzen ve inciten bir gerçek! Hani derler ya? Değiyor mu diye? Ya da boşuna yazıyor, boş yere konuşuyor, suya konuşuyor, buza yazıyor, çenenizi ve kaleminizi niye yoruyorsunuz diye. Sonuca bakınca bu tür değerlendirmelere hak vermek mi gerekir bilmiyorum! Bildiğim yazmaya, konuşmaya ve üretmeye devam edeceğiz. Başka türlü nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa… Şimdi biraz gerilere gidelim! Prof. Dr. Faruk Şen, 2015 yılında yazdığı “Dünyada Türk Olgusu” adlı kitabında diyor ki; “Avrupa’da 5 milyon 400 bin Türk yaşıyor. Dünyada kendi nüfusuna göre yurtdışında en fazla göçmen bulunduran ülke yüzde 9 oranıyla Türkiye. Yazara göre biz Türkler 160 ülkeye yayılmışız, Avrupa’da 150 bin Türk girişimci varmış, 70 bin civarında akademisyen, doktor, mühendis, sanatçı, eğitimci, hukukçu doğduğu toprakları bırakıp çekip gitmişler. (buna son yıllardaki 10 bin doktoru da katarsak durum vahim) Bu bağlamda yazımı uzatmamak için ana başlıklarla yetiniyor, ülkelere göre dağılıma girmiyorum. ABD’den Kanada’ya, Almanya’dan Avustralya’ya, Hollanda’dan Belçika’ya, İngiltere’den Fransa’ya her yerdeyiz. Bu arada Suriye’den Afganistan’a, Katar’dan Arabistan’a, Kazakistan’dan Kırgızistan’a, Gürcistan’dan Özbekistan’a bizdeler! Bu kitap yazılalı 7 yıl olmuş, gidenlerin sayısında ne kadar artış olduğunu TÜİK açıklayınca anlarız! Ama özellikle doktorların sayısında büyük artış olduğu kesin. Üzerinde durulması gereken konuya gelelim! Yeni bir vatan aramak zorunda kalanların ve bu arayışa girenlerin haklı olduğu nedenler var mıdır? Ya da nelerdir? Vatan toprağında doğup, haksız, zamansız, erken bir veda ile yaban ellere gidip oralara ışık saçanların gitme nedenleri şunlar olabilir mi? Nedenleri sıralamaya çalışırsak! Artan yasaklar, bitmeyen işsizlik, azalmayan yoksulluk, zam yağmuruna dayanamayanların çilesi, yükselen enflasyon, tavan yapan anlamsız harcamalar ve yatırımlar, katledilen hukuk, iş arama kuyruklarındaki umutsuz bakışlar, önü alınamayan kadın cinayetleri, yeşili çimentoya boğma, intiharlar, ciddi artış gösteren antidepresanlara sığınma, eğitimli gençlerin işsizliği, ev sahipliğini üstlendiğimiz yabancı konuklarımızın yarattığı gerginlik olmasın! Adaletsizliğin, hukuksuzluğun, barolar üzerinden yargıya saldırıların artışı, “benden olmayan, benim gibi düşünmeyen benden değildir!” yaklaşımı, sayfalardan ekranlardan taşan öfke dolu seslenişler, üstü perdeden salllan parmaklar, en çok basın mensubunu cezaevinde tutan bir ülke oluşumuzun ayıbı olmasın! İlkesiz bir kurnazlık sergileyerek; Açlıkla tokluk, varsıllıkla yoksulluk, sevinçle keder, savaşla barış, özgürlükle tutsaklık, ihanetle sadakat kavramları iç içe geçtiği için, çıkış yolu görünmediği için ve umut Kaf dağının ardında olduğu için olmasın! Hiç bitmeyen ve bitmeyecek olan mağduriyet edebiyatı, her konuda üste çıkma gayreti, her daim yoğurttan çıkan ak kaşık muhabbetiyle heba edilen bunca yıl olmasın! AKP genel başkan vekilinin; “Bu ülkede AK parti gelene kadar kadın kelimesinin adı yoktu” diyecek kadar, 1926 Medeni Kanundan, 1930 yerel seçimlerde oy verme hakkından, 1934 seçme ve seçilme hakkı gibi Türk kadınına kimlik ve kişilik kazandıran tarihlerden ve o adımların arkasındaki Büyük Atatürk’ten bihaber olanların unutturma gayretleri olmasın! İki dil bilen doktoralı gençler; “Ne iş olsa yaparım!” arayışına girmişken, arkası olanlara dağıtılan 4’lü makamların yarattığı haksızlık, üstünlüğüne ve gücüne güvenenlerin yarattığı yanlı, yanlış ve taraflı uygulamalar olmasın! Açık öğretimde okuyan gencin; “Bundan 5 yıl sonra kendimi hiçbir yerde göremiyorum. Burada gerçekten değer gördüğümü hissetmiyorum, fırsatım olsa yurtdışına koşa koşa giderim.” Şeklinde özetlediği acı gerçekler olmasın! Özellikle son yıllarda sağlık çalışanlarına yönelik sözdeki, dildeki, eldeki, davranıştaki şiddet olmasın! Sırada birinci ağızdan örnekler var! 7 yıldır iş arayan Serhan Korayçiftçi’nin; “Çaldığım hiçbir kapı, ne yazık ki açılmadı. İşsiz olmak demek aynı zamanda plan yapamamak, yarını görememek, hatta en kötüsü hayal kurmamak demektir. Hayal bile kuramıyorum.” Şeklinde özetlediği ve kendi kuşağının yaşadıklarını anlatan arşiv değerindeki bu sözleri olmasın . ABD’de yüksek lisans yapan ve adını vermek istemeyen 26 yaşındaki gencin; “Yaklaşık 3 yıldır ABD’deyim. Ülkemi özlüyorum ama işsiz kalıp aileme yük olmaktan korktuğum için dönemiyorum. Çalışıyorum ama mutsuzum. Son üç senede babamı ve kardeşlerimi bir kez gördüm. Annemi ise iki kez! Kız kardeşimle didişmeyeli iki sene oluyor, babamla oturup bir maç seyretmeyeli de o kadar! Ben yokken ölen sevdiklerim oldu, ne son görevimi yapabildim ne bir dua, ne de mezarlarına bir çiçek bırakabildim. Evlilikleri, doğum günlerini de kaçırdım. Dün gece Türkiye’den gelen bir arkadaşımın yaptığı biber dolmasını yerken ağladım. O dolmayı yerken hissettiklerim özlemini çektiğim Türkiye içindi.” Ülkesini ve ailesini özleyen gencin İnsanı derin bir bıçak yarası gibi etkileyen sözleri olmasın! Trabzon’dan yazan Mehmet Beyin; “Bizim büyüdüğümüz 1950’li yıllarda, otel ve restoranların öğle yemeklerinde piyano ve keman sesleri duyulurdu. Eşimin anne ve babası keman, benim annem keman, babam ut çalardı. Bahçeden bahçeye atışmalar yapar, biri rast çalarken, diğeri ona nihaventle cevap verirdi. Evimizin karşısında İtalyan kilisesi vardı. Her Ramazan’da kilisede görevli papazlar bize iftara gelirdi.” İnsana derin ahlar çektiren bu hoşgörü ikliminin artık tarihe karışması olmasın! Ya da! Yazmaktan elimizin, okumaktan gözümüzün, konuşmaktan dilimizin yorulduğu konularda en ufak bir ilerleme kaydedilmeyişi olmasın! Şimdi derin ah’lar çekmek için eskilere uzanma zamanıdır! Cumhuriyetimiz henüz 1 yaşında. Mustafa Kemal’in; “Sizleri birer kıvılcımı olarak gönderiyorum, volkan olup dönünüz!” sözleriyle seçilen 150’si kız, 750 pırıl pırıl gencimiz yurtdışına eğitim için uğurlandı. ABD, Fransa, Japonya, Çin, Almanya, Belçika, İsviçre, İngiltere, Avusturya, İtalya, Çekoslovakya, Macaristan ve İsveç’e gittiler. Cenevre, Lozan, Lyon, Sorbonne, Berlin, Harvard Heidelberg, Wiskonsin üniversitelerinde eğitim aldılar. Koşarak ülkemize geldiklerinde; Kimisi çok sesli müziğimizin omurgasını oluşturdu. Kimisi arkeolojinin babası oldu. Kimi elektrik mühendisi, kimi maden mühendisi, kimi jeolog, kimi memleketin ilk beden eğitimi öğretmeni olarak ülkenin dört bir yanına dağıldılar… Sonra ne mi oldu? Radyonun olmadığı, gazetenin olmadığı, elektriğin olmadığı, yolun bile olmadığı altı ahır olan kerpiç haneli evlerde ve yıllarda; gaz lambasının ve odun ateşinin cılız ışığından gelen kadrolar aydınlanma meşalesinin ışığında, Cumhuriyetin fırsat eşitliği sayesinde ellerini taşın altına koydular. Ülkemize ve insanlığa muhteşem katkılar sundular… Özetle! Cumhuriyetin pek çok ışığı vardı. En büyük ışık olan Atatürk’ün çevresinde dalga dalga büyüyen, kimi matematikçi, kimi sanatçı, kimi eğitimci, kimi mühendis olarak ülkeye kol kanat gerdiler. CB’nin deyimiyle “nereden nereye!” değil mi? Kıssadan hisse notu! Çoklu baro sistemine geçiş için her yolun denendiği günümüzde! Gençlerin bir yolunu bulup yurtdışına gitmenin yollarını aradığı ülkemizde! Festivallerin sudan nedenlere yasaklandığı kültürel ortamımızda! Siyaset dilinin ayrıştırmayı, ötekileştirmeyi, yok saymayı seçtiği yönetim anlayışımızda! İçlerinde kalp yerine makine taşıyanların öfke içeren, nefret saçan, sevgisizlik aşılayan sözlerinin yarattığı gerginlikte! Boğazımızda yumruk gibi kalan açıklama ve davranışlara katlanabilmek için bize çelik gibi sağlam sinirler lazım. O da bizde yok, daha doğrusu kalmadı, en doğrusu bırakmadılar… Y.N: “Çağın” okurları için kaleme aldığım başlangıç yazımda biraz gerçeklere, biraz eskilere, biraz özlü sözlere, biraz da göçlere dalmak istedim…( 15 gün sonra görüşmek dileğiyle!)